16 Ocak 2008 Çarşamba

nothings gonna change my world

kendi kanınla alay ediyorsun!
bilmiyorsun çocuk... neler yaptığını, etinin ruhuna nasıl çengel gibi takıldığını, sarsılan bedeninin nasıl acıyla kavrulduğunu ve her nefesinde beni rahat bırak diye haykırdığını bilmiyorsun!
ah! ne güzelsiniz oysa...
sizleri cam bir fanusun içinde kimselere sezdirmeden seviyorum ben.
dalgalar hoyrat sarkılarınızı yüzünüze vururken kararan yüzlerinizi,
tüm evrene yazacağınızı soylediğiniz o özür mektubunu hıçkırıklarla okuyuşunuzu,
acılarınızı altın birer taç gibi gururla yüreğinizde taşıyışınızı,
varolmayan yokoluşlarınız için verdiğiniz derin ve iğneli ironik serenatlarınızı...
hepinizi sezdirmeden seviyorum ben, tek tek...
yaralarınız içimi acıtıyor ve ben tek kelime edemiyorsam,
bu çaresizlik değil, en büyük isyandır.
güneş sanki her gün farklı ve sanki her gün daha soğuk hissediliyor tenimde şimdi.
uykusuzluğun esiri olan, yaralı bır hayvan gibi
yalnız ve safsız, kendime saldırıyorum.
sizinkinden farksız.
içinde yosun kokulu bir kalp ve tuzlu gözyaşları taşıyan o kadın,
şimdi her zamankinden daha serin ve daha ıslak.

her zaman biri daha güçlü diğerlerinden dedi.
ona dayanmak, bu yüzden. batmamak için, batınca çıkamamak için.
her şey değişiyor dedi sonra, olanca hızla değişiyor zihinlerimizin yük trenlerinin içindeki buhar.
düzeliyor sonra tekrar karışıyor.
edebiyat diyor, edebiyat hepimizi içine çekmiş bir canavar.
acılarımız, kararmış yüzlerimiz, ani bir neşe ile parıldayıp sönen ateş böcekleri gibiyiz.
kendi ışığımıza aldanıp yolunu kaybeden, sonra yeniden parlayıp yeniden yanan...
yalan!
sinsi bir yılan gibi hepimizi tek tek ısırıp zehirini akıtan, sürünerek hayatlarımızı, ardımızda kalan yıkıntıları terk eden sinsi bir düşman gibi...
ağladığında, sana inanmak isterdim.
ama yazık ki, yüreğim olanca acımasızlığıyla önce benim başımı kesti
kör giyotininde.
zaman...
bundan daha fazla umma!
başka şey umma.

Hiç yorum yok: